Geçtigimiz sonbaharda ABD’deki Ermeni Soykirimi yasa tasarisi gündeme geldiginde, Türkiye’deki Ermeni cemaatinin sözcüleri bu girisime pek sicak yaklasmamis, bu sorunlar hakkinda „devlet erklerince degil halklarin vicdaninda verilen kararlarin“ önemli oldugunu, baska bir seye degil de halklar arasindaki yakinlasmaya bel baglamak, gayretleri buna yogunlastirmak gerektigini söylemislerdi. Bu tutumda korkunun da payi olabilir mi? Belki. „Sözde Ermeni Soykirimi“nin dünyanin bir yerinde resmî kabul görmesi üzerine Türkiye’de kiskirtilan milliyetçi tepkiden korkuyorlar diye kimse de bu cemaati kinayamaz. Ama hayir, Ermeni cemaati sözcülerinin gerçekten de söyledikleri seyi kastettiklerini düsünüyorum. Ermeni kiriminin uluslararasi bir siyasî ve hukukî statüye baglanmasinin önemini yadsimamakla birlikte, ben de, bu alandaki sivil, gayriresmî düsünce ve hissiyati, halktan halka, insandan insana girisimleri daha fazla önemsiyorum. Dahasi, bu türden iliskiler gelismeksizin, devletyönelimli, devletlerarasi girisimlerin dogasindaki araçsal iktidar akli mikrobuna karsi direncin iyice düsecegini düsünüyorum. Peki, Türkiye’de ’sivil’ düzlemde, kamusal alanda „Ermeni olayi“yla basetmeye dönük çabalar ne merkezde? Ümit veren isaretler var midir? Kamusal dolasimdaki sözlere bakildiginda, en azindan yirmi yil önce ASALA tedhisinin gündemi kapladigi askerî rejim dönemiyle kiyaslayarak, olumlu gelismelerden söz etmek mümkün. Tabii biraz Polyannaca bir bakisla… ama unutmamali ki çikis noktasi çok kötü, „Ermeni“nin bir asagilama sifati olarak kullanildigi, PKK lideri „Apo“yu itibarsizlastirmak için „aslinda Ermeni“ oldugu ‚argümaninin’ devreye sokuldugu bir memlekette azicik Polyannaciliga ihtiyaç duyulabilir! Öncelikle, son kampanyada, büyük medya holdinglerinin bünyesindeki görece düsük satisli solliberal gazetelerde, resmî görüs disi fikirlerin çokça dillendirildigine dikkat çekmek lâzim. Resmî tutumda, yani Ermeni soykirimi iddiasinin tamamen yalan oldugu (teknik olarak „soykirim“ statüsüne girmese bile bir toplu öldürümden dahi söz edilemeyecegi), bu iddialarin Ermeni lobisinin ve Türkiye’yi -hafif deyimiyle- destabilize etmeye kosullanmis „Bati“nin standart propaganda levazimati oldugu, buna karsi yapilacak tekseyin „Türkiye’nin gücünü“ kullanarak siddetle inkârdan ve karsi durmaktan ibaret bulundugu yolundaki tutumda da sizintilar oldugunu gözleyebiliriz. En azindan taktik bir „international public relations“ bakisi kendini daha fazla gösteriyor: Hosgörü tavsiyeleri, „bu meseleyi tarihçilere birakalim, „geçmisi unutalim, gelecege bakalim“ telkinleri. Bu motiflerin resmî ya da yariresmî düzeylerde de daha fazla temsil edildigini görebiliyoruz. Burada, diyalog ve hosgörü tavsiyelerinin çogunlukla içi bostur, hatta yer yer irkçiligi perdelemeye dönüktür; „tarihe birakalim… unutalim“ telkini, „yara sarici“ degil geçistiricidir. Ancak, Polyannaliga izin varsa, yine de bu sözcelerin, „lâflarin“ açtigi zeminin, tartismaya, refleksiyona kapi aralayan bir zemin olabilecegi düsünülenemez mi? Cumhurbaskani Sezer’in de agzindan dökülen ve henüz igreti durmakla birlikte standart resmî tezin yanina ilisiveren „bu meseleyi tarihçilere birakalim“ siarinin genelgeçerlik tasiyan milliyetçi okumalari, fazla ileriye götürücü degildir. Ya meseleyi akademizme hapsetme hesabini yansitiyordur („tarihçiler tartissin dursun“), ya „ne olduysa olmus iste!“ bosverciliginin bahanesidir, ya da think-tank’ler ve görkemli tarih filmi prodüksiyonlari yardimiyla siki bir lobi atagina geçme niyetinin ifadesidir. Sadece esas kirimi Ermenilerin yaptigina dair kanit toplayanlari costuracak istatistik düellolari degil, savasi masumlastiran „karsilikli mukatele“ tezi, hatta toplu öldürümleri hizmet ettikleri „anti-emperyalist“ ülkü nedeniyle kayitsizlikla karsilayan tutum, „tarihçiligin“ pususunda beklemektedir. Ancak, resmî tarihçilikle sinirli olmayan bir tarihçilik performansina gerçekten alan açilmasinin, ufuk genisletici bir tartismaya katkida bulunacagi da açiktir. Tarihçi Halil Berktay, 2000 Ekim basinda bir gazete mülakatinda Ermeni kiriminin, Osmanli’nin son döneminde iktidar olan Ittihat ve Terakki Partisinin yarigizli paramiliter yapilarinca yürütüldügünü ileri sürerek -büyük tepki ve tehditler pahasina- önemli bir adim atti. Tarihe dair tartismalar, özellikle sorunun makrosiyasî boyutuna sikismadigi, bir toplumsal tarih boyutunu da içerdigi zaman, önyargilari sarsabilir, geçmisle ve bugünle yüzlesmeye, dayatilan homojen kimliklere elestirel bakmaya yöneltebilir. Berktay’in açiklamasinda oldugu gibi, olayin öznelerini „Ermeniler“-„Türkler“ diye homojenlestirmekten çikartmak, „Türk“ ve „Ermeni“ topluluklari arasindaki belirli yapilardan, siyasî tercihlerden söz etmek, irkçi kaliplari asmaya giden en saglam adimdir. 29 Eylül 2000’de Türkiyeli Ermenilerin haftalik gazetesi Agos’ta Ayda Erbal, „özel“ bir mikro tarihçilik, bir „medenî cesaret tarihçiligi“ öneriyordu örnegin. Almanya’daki Yahudi soykirimi sirasinda, ciddi risk üstlenerek, sadece vicdanlarinin emriyle komsulari ya da tanislari olan Yahudileri evlerinde saklayan insanlara atifla, söyle diyordu: „Eger bir tarih yazilacaksa, azinlikta olmalarina ragmen ise bu cesur insanlarin tarihi yazilarak baslanmalidir. Amasya’da tarla ortasina birakilan bebegi büyüten her kimse, öncelik onlarin tarihiin yazmak olmalidir. Çünkü o zaman ve ancak o zaman tarihi ‚barbarlik tarihi’ olmaktan kutarabiliriz, öteki türlüsü nefret ve husumet büyütmekten baºka bir iºe yaramaz.“
Travmalari unutmakla, yok saymakla ya da saldirgan bir savunmacilikla, yahut epik bir yüceltmeyle geçistirmek, milliyetçi tarih bilinç/altinin aliskanligidir. Yas emegine yeteneksiz, olgunlasamayan, erginlesemeyen bir kollektif bilinç/alti çikar buradan da. Kimi sol ya da (Kürt) karsimilliyetçi tutumlarda oldugu gibi, Ermeni kirimi travmasini „TC devleti“ ile kolaylikla dissallastirilacak bir zaaf, dahasi stratejik bir „zayif nokta“ olarak görmek de, bu bilinç/altini yeniden üretmeye yarar. Bu ketlenmeyi asmak için de, siyasî tarihin yanisira, mikrotarih, toplumsal tarih, bir fayda sunabilir gerçekten. Bu tür bir yarari da olabilecek toplumsal tarih ve kültür çalismalari birikimi, son on yilda Türkiye’de usul usul olusmaya basladi. Gayrimüslim topluluklarin bu ülkedeki tarihi ve kültürüyle ilgili pekçok kaset/CD ve kitap (en çok da ani) çikti. (*) Bu kitaplarin alimlanmasina bir orta sinif nostaljisinin damga vurdugu dogru („Eskiden hayat ne sirindi, Ermeni/Rum komsularimiz vardi, ne temiz insanlardi…“) Fakat, özellikle Ermenilerin anilarinda, satiraralarinda/arkaplanda tehcir/kirim ister istemez belli olurken, onun yanisira bu insanlarin buraliligi ve Müslümanlarla/Türklerle ortak yasaminin derin kökleri öne çikiyor. 2. Dünya Savasi konjonktüründe açik irk ayrimina dayali Varlik Vergisi uygulamasini -„teknik“ nedenlerle Yahudilerin degil Ermenilerin magduriyetini öne çikartarak- anlatan Salkim Hanimin Taneleri filmi, bu filmin meshur ettigi popüler „Sari Gelin“ türküsünün otantik versiyonunun Türk mü Ermeni mi olduguna dair tartismalarda iki etnomüzigin zor ayristirilabilecek ortak temellere sahip oldugunun görülmesi, „duduk“uyla çaldigi müzik Türkiye’de insanlara müthis tanidik gelen uluslarararasi ünlü sanatçi Civan Gasparyan’in gördügü ilgi… Bütün bunlar, Ermenilerin buraliligina, bizebenzerligine dair inancin bir on yil öncesiyle kiyaslanmayacak derecede yayginlasmasini sagladi. Dikkat: Türkiye Ermenilerinin buraliligina, bizebenzerligine dair uyanan romantik ilgide de bir „kibar“ irkçilik sakli durur. Ermenilerin hem „çokkültürlü“ ama esitsizçokkültürlü Osmanli döneminde, hem cumhuriyet dönemindeki, hâlâ süren yasal ve fiilî dislanmakriminalizasyon mekanizmalarini yok sayar bu ilgi. Ayrica, bu „bizim Ermenilerimiz“ romantizmi, âdeta Ermenileri Ermenilikten „tenzih eden“ bir söylem kurar; Ermeni komsularimiz, bizim Ermenilerimiz, sifat haliyle ermeni (yani hain ve özsel olarak Türkdüºmani) sayilamayacak, baºka, özel türden Ermenilerdir. Kisacasi: Sadece vatandaslik bagiyla degil -ona kim bakar?!-, kültürel ve „ideal“ olarak bize bagli Türk-Ermenileri. Bu ayrim, Ermeni meselesiyle ilgili güncel siyasî analizlerde son dönemde yerlesen kategorizasyonla bütünlenebilir. Buna göre, seytanî bir monoblok gövde olarak düsünülegelen „Ermeni“nin aslinda üçe ayrilmasi gerektigi farkedilmistir: Ermenistan, Avrupa ve ABD’deki Diaspora Ermenileri, Türkiye Ermenileri. Bu üç Ermenilikle ilgili tehdit degerlendirmesi kabaca söyledir: Türkiye Ermenileri, malûm, bizdendir. Ermenistan, jeostratejik ve iktisadî olarak Türkiye’ye karsi dikkatli davranmasi gerektigi için, diplomatik ve iktisadî araçlarla („geçmisi unutalim… menfaatlere ve ticarete bakalim“) kontrol altina alinabilir. Seytanî misyonun esas sahibi, „Bati“ ile Türkkarsiti komplo ortakligi içinde bulunan Diaspora Ermeniligidir. Bu ayrima tamamen stratejik bir aklin hâkim oldugu açik. Dahasi, „baska“ Ermenilerin ötekilestirilmesi, irkçi bir bakisi yeniden üretiyor. Ayrica, Türkiye Ermenilerini sadakat kanitlamak üzere Türkiye lehine enerjik bir propagandaya çagiran Tansu Çiller gibi (eski basbakan) siyasî liderler, Emin Çölasan gibi köse yazarlari, „bizim Ermenilerimiz“e de pek da cani gönülden benimsenmeden, sartli olarak tahammül edildigini düsündürüyor. Polyannaciligi elden birakmayacaksak, „Bizim Ermenilerimiz“ romantizminden de, milliyetçi önyargilarda hiç yoksa bir duygusal yumusama etkisi umabilecegimizi rahatlikla söyleyebiliriz. Evet, siyasetin ve resmiyetin otoyollarinin sapasinda, halktan halka, insandan insana yollar vardir ve Ermeni Meselesi gibi tabularda, en fazla güvenilecek yollar onlardir. Indirgemeci, blokajci, araçsallastirici olmayan, uzun soluklu bir elestirel politik bakisin kilavuzlugunda ilerlenebilecek yollar…
(*) Beş yıla yakın zamandır Türkçe-Ermenice yayımlanan haftalık Agos gazetesi, Ermenileri Ermeni kimliğine indirgemeyen, Ermeni olmaktan gelen sorunlar yanında onların farklı meºgalelerini, yönelimlerini mevzu eden çizgisiyle çok önemlidir.